15 Ağustos 2011 Pazartesi

Belki beni sevmek istersiniz

Evde oturuyorduk. Açtık. Hem de çok açtık. Günlerdir ağzımıza bir lokma koymamıştık, para edecek ne var ne yoksa satmış olmamıza rağmen.

Elektrikle çalışan hiçbir şey kalmamıştı; televizyon, telefonlar, bilgisayarlar gitmişti ilk. Sonra o eski, çalıştıkça banyonun duvarına vura vura sıvayı döken çamaşır makinası. Ona veda ettiğimiz haftanın sonunda buzdolabını da satmıştık. Ampulleri bile satmıştık, biri hariç. Geri kalan hiçbir şey para etmiyordu zaten. Açlar yemek istiyordu. Yemeği olanlar para istiyordu.

"Ne yapacağız şimdi?" dedim, "Benim midem kendi kendini yemeye başladı galiba. Yardım et. Düşün. Banka mı soysak? Ya da dilensek mi? Gasp da olur."

Dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almıştı. Kafasını kaldırdı, saçı sakalı uzamış, gözlerinin feri hem açlıktan hem de fazla mesaiye kalan beyninden ötürü sönmüştü.

"Açlıktan öleceğimi bilsem yapmam bu dediklerini, yapamam." dedi.

"Sen açlıktan ölmeyi kabul ediyor olabilirsin. Ben yaşamak istiyorum. Bir de yemek."

Böyle değildi hayat. Dört sene oluyordu şimdi, birlikte yaşıyorduk. Karnımız çok toktu, öylesine toktu ki ikincil her şeye vakit kalıyordu başlarda. Giderek çevremiz, şehrimiz tükendi. İnsanlar bitti, biz de bittik. Midemiz de bitti. Eskiden her şeye burun kıvıran ben, şimdi ne bulsam yiyordum.

Bulma işini genellikle ona bırakıyordum. Evde, masada, hep oturduğum soldaki sandalyede oturup bekliyordum onun gelmesini. Getireceği yemeklerin hayalini kuruyor, neyi nasıl pişirip yesek planı yapıyordum beklerken. Ağzım sulanıyordu. Benim işim buydu: Ağzını sulandırmak. Dilini şapırdatmak. İç çekmek.

Cansız, yer yer yolduğum saçlarımla oynuyordum. Parmaklarım açlıktan ve açlığa duydum sinirden ip gibi kalmıştı. Zayıflamıştık. Daha doğrusu çökmüştük. Onu beklerken çökmüştüm; o, ararken çökmüştü. Bulamadan geldiği her gün kavga çıkardı. Avaz avaz bağırırdım ona. Beni ne kadar sevmediğinden, bana nasıl değer vermediğinden, benim iyiliğimi hiç istemediğinden girerdim. Onun ne beceriksiz bir adam olduğundan çıkardım.

Yemek gelmezse onu yerdim perde perde yükselen sesimle. Çoğu kez gelmezdi ve biz bu sahneyi defalarca kere yaşardık. Herkes ezberlemişti rolünü. Ben, soldaki sandalyede bağırırken. O sağdakinde, dirsekleri masaya dayanmış, ellerini başının arasına almış.

"Beni ye o zaman. Artık duymaya, dinlemeye gücüm kalmadı."

Sustum. Bekledim. O gitti, mutfaktan bir büyük bıçak aldı, sol elinin parmaklarını teker teker kesti. Önüme attı.

Çok acı çekiyordu, her yere kan saçılıyordu elinden. Ama sustu. Acıdan bayılıp sızana dek ağzını açmadı hiç, aynı sandalyesinde oturdu. Ben de yanında oturdum ve hiç dokunmadım parmaklarına. Saatlerce uyudu ve saatlerce kesik parmaklarını izledim onun. Masada. Yerde. Tam önümde. Tavada. Tencerede. Tabakta. Midemde.

Parmakları toplayıp mutfağa gittim. Tavaya biraz yağ koydum. Kızarttım parmakları, inanılmaz kokuyordu; midem ters taklalar atıyordu. Yetmedi. Uyurken duymaz diye sol elinden başladım. Derken sol kol, sağ el, sağ kol, bacakları... Ne de olsa günlerdir açtım, ne de olsa artık hiçbir işimize yaramıyordu uzuvlar. Ne de olsa seviyordu beni, kendini vermişti bana.

Tava doldu doldu taştı, doyamadım ve bitirdim onu.

2 Nisan 2011 Cumartesi

İstasyondaki Çocuk

Herkes bir trene binersem hayatıma devam edeceğimi sanmıştı.

Bütün arkadaşlarımdan biletler yağmaya başlamıştı. Hiç bilmediğim yerlere de vardı, gittiğim yerlere de. Bir gitmemi istiyordu herkes. Bir bin bak neler değişecek, her şey akıp gidecek diyorlardı.

Bazen, hayatın devam etmesinin dağılanları toplamakla karışabileceğini kimse söylememişti. Çünkü onlar da bilmiyorlardı. Karıştırıyorlardı.

Devamlarda çok verimli olamıyordum. Ne birincisinin rengi aklımdaydı, ne ikincisinin yemeği. Ne de üçüncüsünün sayısı.

Birincisinin, ikincisinin... cümlelerde gizlediklerini toplamaktansa, kendimi topluyordum. Dağılan "ben"leri arıyordum. O yüzden, sadece, içinde benim olduğum cümleleri duyuyordum. "Bana" böyle demişti. "Benden" gerçekten hoşlanıyordu. "Benden" şöyle böyle bahsediyordu. "Beni" hayal kırıklığına uğratmıştı.

Ben hayatıma devam etmiyordum. Ben kendimi süpürüyordum. Ben kimi kırmıştım da kendini süpürmüştü, kim gelip kendini bende süpürmüştü? Bunlara cevap arıyordum.

Çantamda, yalnızca, bütün biletler ve bütün duraklara gidecek kadar çok vakit vardı.

İstasyonda otururken sıraya dizdim onları.

Sadece istasyondaki dolapları kullandım, sadece istasyondaki gazeteleri okudum. Sadece istasyondaki adamlara aşık oldum.

Sadece istasyonda çocuk oldum.

Gittim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Vapur demirleri

Annesi aradı bu sabah. Tam da ben unutmuşken. Aradı kadın işte. Adını elbette biliyordum ama hiç duymamış gibi davrandım. Telefonda söylediğine göre oğlu çok kötüydü. Yataktan çıkmıyordu. Yemek yemiyordu. Duş almıyordu. Arada bir benimle ilgili şeyler söylemenin ve "Canım istemiyor." demenin dışında kimseyle konuşmuyordu.

"Haydi güzel kızım," dedi, "lütfen bir gel görün. Üzülüyoruz, çok korkuyoruz. Böyle görmedik onu önceden hiç."

Üzgün bir anneye nasıl hayır dersin ki? Kalktım. O en sevdiği kazağımla pantolonum vardı ya hani, onları giydim. Saçlarımı at kuyruğu yaptım. O son gördüğünden beri uzamış saçlarım, dokunurken fark ettim. Hafif de makyaj yapıp çıktım sokağa. Hava buz gibiydi, ben üşümüyordum ama içim üşüyordu çok.

Hızlı adımlarla vapur iskelesine yürüdüm. Sanki ıslak yerleri daha hızlı geçsem ayaklarım oradaki soğuğu kapmayacak gibi bir inancım vardır. Onlara gitmek için vapura binmem gerekiyordu. Vapur iskelesinde beklerken bir sigara içtim. İki erkekle göz göze geldim. İkisi de ona benzemiyordu ama hoş çocuklardı.

Vapurda uçlardan birine, dışarı geçtim. Bakıştığım çocuklardan biri de peşimden oraya çıktı, ona arkamı döndüm. İlk andan sonra bakmakta, bakmayı istemekte, tanıyorsam konuşmakta problem yaşıyorum ondan beri. Ben de bunları düşünmemek için vapurun peşinden koşan, çığlıklar atan martıları izledim. Elimle dalga hareketi yaparak avcumun içinden kayıp giden havayı hissettim. Bir ara gözlerim de doldu, ama soğuktan. Gerçekten. Çok rüzgar vardı vapurun o tarafında.

Ben vapurdan inmeden annesi iki kere daha aramıştı. İnince bir daha aradı. Bu defa açtım, çok yakın olduğumu söyledim, tam adreslerini istedim. Yine koşar adım yürüyüp ilk gelen taksiye bindim. Taksici, çoğu taksici gibi benimle muhabbet etmek istiyordu. Yakında yapılacak metro durağından, bozuk yollardan, kazalardan falan bahsetti hep. Sevdiğim müziği bulabilmek için radyodan radyoya geçti, tepki vermemi bekledi. Sesler kafamda uğultuya dönüşüyordu o esnada.

Taksi evin kapısında durdu. Biraz duraksayarak beşinci zili çaldım. Bu onların ziliydi. Annesi kapıda bekliyordu beni. Annesine çok benziyormuş gerçekten de. Kadın beni telefondaki endişeli sesinin aksine gülen yüzüyle karşıladı. Babası da öyle.

İlk defa, bu sadece fotoğraflardan tanıdığım insanları karşımda görüyordum. Bana sadece onu hatırlattılar, iki dakika sonra onu göreceğimi unutmuşum gibi hatırlattılar hem de. Ağzımı yamulttum biraz ağlamamak için. Annesi anladı.

Kafasıyla odasının kapısını işaret etti bana. Bütün kapılar aynı minik koridora çıkıyordu. Koridorda bir sürü değişik poster, tablo, çocukken yaptığı resimler, fotoğraflar çerçevelenmiş, yan yana, boşluk kalmamacasına asılıydı. Yürüdüm, hafifçe tıklatmak için elimi kaldırdım, elimde vapurun demirlerinin keskin kokusu kalmıştı.

İçeri girdim. Küçücük bir odaydı bu. Duvarlardan birinde bir resim asılıydı. Balkondan bakan bir kadın resmi çizmişti biri; kadının arkası dönüktü, balkondan ağaçlar arasında minicik bir deniz, minicik bir kurtuluş gözüküyordu.

Perdeler sıkı sıkı çekilmişti. Güneş ışığı yasaklanmıştı. Ağır bir hastalık, havasızlık, toz kokusu vardı odada. Yatak örtüsü çocukken de kullanmış olabileceği bir şeylere benziyordu, rengarenkti. Odanın bir köşesinde bilgisayarı vardı. Kim bilir kaç defa o ekrandan benimle ilgili bir şeyler görüp aldırmamıştı. Canımı yaktı bu düşünce.

Yatağın kenarına oturdum. Adını fısıldadım bir kaç kere uyansın diye. Duymayınca kulağına eğilip söyledim. "Ben geldim." dedim.

Yavaşça döndü, beni görünce gözleri irileşti. Bir defa daha kapattı. Sonra yine açtı. "Geldin!"dedi. Bir zafer narası gibi. "Geldin!" dedi. Belime sarıldı. Yüzünü göğsüme gömdü. Beni ne bağıra çağıra, ne tatlı dille, ne mantıklı, ne mantıksız, ne kaba, ne kibar; susarak, sadece susarak kalbinden kovan bu adam. Yine kendi kırdığı, kendi eline gelmişti, rengarenk yatağının ucuna dek.

Kalbime doğru sarılıp kaldı. Ellerimi saçlarının arasına koydum, hala vapurun demirleri gibi kokuyordu. Orada kalacağımız günler, aylar ve yıllar boyu öyle kokacaktı. Altından dalga dalga hava geçecekti yalnızca. Bir kırık kalp bir kırık kalbe yenilecekti, bir odada tükürdüğümü günler, aylar ve yıllar boyu böyle yalayacaktım işte ben.

Unutmuştum onu ben. Ama annesi aradı bu sabah.