22 Aralık 2010 Çarşamba

Şarkılar seni söyler

Bundan bir süre önceydi. Biz o aralar Kadıköy'le küsmüştük birbirimize.

Bir tek seni görmek için gelmiştim önceden hep. Daha önce hiç bilmediğim yerlerde yemekler yemiştik. İçmiştik. Arkadaşlarınla oturmuştuk. Moda'da sahilde yürümüştük. Önceden hep güzel anılarım vardı Kadıköy'de, ama sonra hepsi silinmişti. Atamamıştım daha kendimce yaralarımı üzerimden.

O vakitler her gittiğimde tedirgin olurdum. Bir köşeden çıkıverecekmişsin gibi gelirdi. Seni bana doğru gelirken görsem ne yapacağımı düşünürdüm her Kadıköy'e gelişimde. Sarılsa mıydım, öpse miydim? Elini mi sıksaydım? Uzaktan başımla hafifçe selam verip geçse miydim? Arkadaşların nefret ediyorlar mıydı artık acaba benden, ben gittikten sonra huzursuz muhabbetler olur muydu masanızda? Ya bir kız görürsem yanında ne yapacaktım? Başka bir kız? Hep daha güzeldir o başka kızlar, benden daha olgun, daha akıllıdırlar. Hep zekice laflar ederler. Onlar hem kadınsıdır, hem bilgisayar oyunu oynarlar. Senin sevdiğin her şeyi eksiksiz severler.

Hep bunları düşünürdüm Kadıköy'e geldiğimde. Yediğim içtiğim boğazımda beklerdi. Gözlerim hep etrafta olurdu, olur da o sokağa yolun düşerse görebileyim diye.

Bundan bir süre önceydi. Babam İstanbul'a gelmişti. Çok yağmurluydu o gün hava. O Kadıköy'de kalmayı ve takılmayı sevdiği için ben onun yanına gidiyordum Sarıyer'den. Sırılsıklam olmuştum. Saçlarım alnıma, boynuma yapışmıştı gidene dek. Her yerimden sular damlıyordu. Ona rağmen uzaklara bakarak yürüyordum; bütün sokakları, bütün köşebaşlarını görmeye çalışıyordum. Birlikte geçtiğimiz yollardan geçiyordum daha çok ıslanmak pahasına.

Babam ve arkadaşları küçük bir yerde oturmuşlar, rakı içiyorlardı. Babama sarılıp öptüm, sırılsıklam oldu ben sarılırken, burnunu kırıştırdı. Sonra hemen yavru ördek gibi geçip dibine oturdum. Kadıköy üzerime gelirse, ona saklanıp sığınacaktım. Bana da bir kadeh rakı doldurdu. Birlikte içmeye başladık.

Çok keyifliydi herkes, hafif rahatlamıştı kafaları. Şarkılar tam istedikleri gibiydi. Mezeler çok lezzetliydi. Sular soğuktu, buzsuz içiyorduk rakıyı, iyi ki soğuktu sular. Tam ben de bütün savunmamı düşürmüş, rahatlamış, hatta hafif hafif gülerken bir sessizlik oldu. O şarkı girdi arkadan sinsice, yavaşça.

"Şarkılar seni söyler, dillerde name adın..."

Bardağımı masaya bıraktım. Başımı öne eğdim, ıslak saçlarım yanlara doğru düştü.

"..aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın..."

Boğazım kilitlenmişti. Kimse farketmemişti daha köşeye sıkıştırıldığımı. Sigaramı arıyordum, çakmağımı arıyordum, telefonumu arıyordum, beni acilen kurtaracak bir şey arıyordum. Babama bakıyordum, bir şey söylesin, beni güldürsün, kızdırsın... Dağıtsın beni diye. Hiçbir şey yapmıyordu.

"..En güzel günlerini demek bensiz yaşadın.."

Artık önleyemiyordum. Hızlı bir tren gibiydi, bir sürü vagonlu bir tren. Gülüşün, kokun, gözlerin, ellerin, yorgunluğun, yaptığın espriler, yemek yiyişin, çay bardağını tutuşun, beni kızdırışın, öpücüğün, planlar, hayaller, isimler, minicik gizli saklı anlar, sarılışın, sıcaklığın, sesin, söylediğin şarkılar, seni söyleyen şarkılar.. Hepsi art arda geçiyordu, boşluğa bakıyordum. Onları görüyordum. Sular damlıyordu alnıma, yüzüme, boynuma saçlarımdan.

"..aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın.."

Uzun süre o treni izledim ben. Üç dört kere geçirdim yeniden onu. Saçlarım hala ıslaktı. Yüzüme sular damlıyordu hep. Gözlerim yanıyordu. Boğazım yanıyordu. Sigaramı içmeyi unutmuştum, elimde tutmuştum. Uzamıştı külleri dibine kadar. O esnada çalan şarkı hep aynıydı benim için, değiştiyse bile anlamadım, duyamadım. Neden sonra geç kalmayayım diye kalkalım istedi dedi babam. Gidemedim.

"Bu gece senin kaldığın otelde kalayım mı baba?" dedim.

Bana bir oda tuttu. Küçücük. Tek kişilik, tek yataklı, penceresi rıhtımdan denizi, Kadıköy'ü gören.

Yastıklara sarıldım. Saçlarım sırılsıklamdı hala. Seni düşündüm. Tavana baktım. Ağladım; sabaha kadar.

14 Aralık 2010 Salı

Telefon

Merhaba, ben Çilek. Bardağın yarısını dolu görenlerdenim. Çizgilere basmadan yürürüm. Hava soğuksa çok huysuz olurum. Küçük bir dükkanım var. Camekanları iyice eskimiş, lekelenmiş; üzerinde kağıt çıkartmalardan adı yazan dükkanlardan bu. İçinde bir sürü kesme ve yapıştırma malzemesi satıyorum. Çeşit çeşit bantlar, likit yapıştırıcılar, hamur şeklinde yapıştırıcılar, uhular, makaslar, maket bıçakları.. Her şey var.

Sabahları erken kalkarım. Önce O'nu rüyamda görmüş olduğum için, sımsıcak gülümserim, bir yandan da gerinerek yorganı iterim. Sonra hemen kırmızı naylon perdeli duşuma koşarım, O'nu görme ihtimalim olduğu için tertemiz olmak isterim. Aynı şehirde yaşadığımız için her an karşılaşabiliriz. Farklı şehirlerde yaşasak bile her an karşılaşma ihtimalimiz olabilirdi, hayat bu.

Ben hep elbise giyerim. Hava soğuk olsa bile elbise giyerim. Bir sürü güzel elbisem vardır. Duşumu aldıktan sonra da, bir gece önceden ütüleyip dolabın kapağına astığım elbisemi giyerim. Makyajımı yapar, saçlarımın önünü fön fırçasıyla hafifçe düzeltirim.

Kahvaltı için ekmek kızartma makinesine iki dilim ekmek atar, çay suyu koyarım. Mutfak penceresinin kenarında annemin reçelleri durur. Aynı çizgi filmlerdeki gibi kareli renk renk kumaştan kapakları vardır. Kahvaltımı onlarla eder, O'nun da annemin reçellerini nasıl seveceğini hayal ederim.

Kahvaltıdan sonra O'na günün ilk telefonunu açarım. O'nu hep ben ararım, çünkü benim aramamı çok sever. Hep ben konuşurum, O susar. O'na göre benim sesim dünyanın en güzel sesinden bile güzeldir. O'na o gün yapacaklarımı anlattıktan ve onunkileri tahmin ettikten sonra telefonu kapatırım.

Dükkanım evime çok yakındır. İşe yürüyerek giderim. Yürürken çizgilere asla basmam. Her gün benim evime yakın olan pastanenin kurabiyelerinden canı çekebilir, benim oradaki bankaya işi düşebilir, hatta belki yapıştırıcısı veya makası yoktur da bana gelebilir diye etrafıma bakarak yürürüm. İnsanları çok iyi gözlemlerim, sıkıntılarını bilir, onlara yardımcı olurum. Onlar da beni çok sever.

O da beni çok sever. Bana devamlı müşteri yollar. Mesela bir keresinde, bir adamı aynı haftada dört kez yollamıştı, sonraki hafta da üç kez gelmişti. Bu adam hep makaslar almıştı. Onunla iyi anlaştığımızı anlamış olacak ki hep onu gönderdi. Çok düşüncelidir. Bazen geceleri gizlice gelip dükkanımla kaldırımın arasında kalan toprak kısma küçük kır çiçekleri eker. Öyle, bir gecede! Görünce hem şaşırır, hem mutlu olurum.

Öğle vakti, yandaki sandviççiden sıcak sandviç alıp yerim. Bu esnada yine onu ararım. Aslında bütün gün ararım ama o sadece üçünü açar, eğer ben hangisini açacağını doğru tahmin etmişsem
ödül olarak bana "alo" der. Bu bizim aramızda olan bir şaka. Anlamamış olabilirsiniz.

Öğleden sonraki müşteriler azaldığında, dükkanımın kendiliğinden açılıp duran kapısını asma kilitle kitlerim. Uzun zamandır yaptırmadım, çünkü O yapmak isteyebilir. Erkekler tamir işlerini sever. Yapabildiklerinde kendilerini daha güçlü hissederler. O'nun bunu yaparkenki yüz ifadesini görmek isterim.

Eve döndüğüm zaman, ilk iş ocağa tencereyi koyarım. İki kişilik nefis bir yemek hazırlarım. Sofra her zaman kuruludur. Mutfak penceresinin önündeki küçük masada kırmızı bir örtü üzerine beyaz bir örtü vardır. Reçel kavanozlarının üstünde küçük kırmızı mumlar. Tabaklar beyaz, peçeteler ise kırmızı beyaz pötikareli.

Akşam eve dönerken aldığım şarabı da buzluğa koyarım ki O gelene dek soğusun. Sonra oturur O'nu beklerim, işi geç bitebilir, çünkü gece telefonu açmayabilir. Ben yine de ararım, bir yandan da beni ne kadar sevdiğini düşündüğünü düşünürüm. Aşk insanı kör de edebilir, sağır da edebilir. Düşünmekten duymaz insan telefonu, düşünmeye doyamaz bilirim.

O gelemeyince yemeğimi yerim. Gelemese de mutlaka eve uğrar, o yüzden tabağını hep masada bırakırım. Haftada bir yenilerim tabi ki. Geldiğinde temiz bulsun isterim. O'na koyduğum şarap bardağında pırıl pırıl durur. Yarısı hep doludur. Oturduğum yerden hep O'nun bardağını görürüm. En güzel şarabı aldığım için kendimle gurur duyarım. Makyajımı siler, saçlarımı tararım. Son kez O'nu ararım, telefonu artık kapalı olduğu için O'na uzun bir sesli mesaj bırakır, o gün sattığım yapıştırıcılardan, annemin reçellerinden, kasabın yeni çırağının paketleri nasıl da düşürdüğünden, hepimizin nasıl da güldüğünden bahsederim.

Rüyamda O'nu görürüm. Hava hep soğuktur çünkü; O, soğuk hava sever.


12 Aralık 2010 Pazar

Kış

Dün sabah kalktığımda hava soğuktu. Karpuz gitmişti.

Belki de ben bir anda yorulduğum için gitmişti. Şimdi sebebinden emin olamadım. Hep gelip gidiyordu aslında. Onunla karşılaştırınca hayatım çok boş gelirdi bazen. Bir sürü arkadaşı vardı onun, dersleri, önemli işleri, yapılacak telefon görüşmeleri.

Benim telefonum pek çalmazdı. Evde otururdum hep. Sabahları o özenle hazırlanmış kahvaltısını ederken ben de bir iki bisküvi kemirirdim. Sosyal ağ sitelerinden ortak arkadaşlarımızla ilgili şeyler okurdum ona:

"Aaa bak. Bilmemkim nereye gitmiş Karpuz biz de gitsek ya?"

"Gideriz bir ara ya acelesi yok. Daha bir sürü vakit var."

Saçlarımı karıştırırdı bunları söylerken hafifçe. Ben o daha bir sürü vakit var cümlesini de sanki sonsuza dek sürecekmişiz gibi algılar, mutlulukla kıytırık kahvaltıma ve bilgisayarıma dönerdim.

Benimle yalnız kalmayı sevmezdi pek. Onu da hayallerime katacağımdan korkardı. Hep yüksek sesli müzik çalardı evde, televizyon açık olurdu. Devamlı gürültü, dikkat dağıtıcı sesler olurdu etrafta. Sanki çok kalabalıkmışız gibi olurdu. Yine ikimiz gülüşür konuşurduk ama milyonlarca kişiyle birlikte yaşardık günlerimizi.

Sadece haftanın belli günleri gelirdi. Ben ortalığı dağıtırdım o gelene dek, o toplardı. Deneyip deneyip kenara fırlattığım kıyafetleri ütülerdi yeniden akşam. Gidecek bir yerim olmadığı için hep evde dolaşırdım o güzel giysilerle, üstlerine içki dökülürdü, sigara kokusu sinerdi. Karpuz yıkardı. Toparlardı beni.

Çok mutlu olurdum o günlerde. Daha çok kalsın diye hep daha fazla iş yaratırdım. Camları açık bırakırdım olmadığı günlerde, çoraplarımı giymeden yerlere basardım. Kendimi hasta ederdim. Daha çok kalsın bana daha çok ilgi göstersin diye.

Bazen hiç gelmezdi. Hiç arayıp sormazdı. Hep çok değişik bahaneleri olurdu, benim bilmediğim hayatlara dair bahaneler, o yüzden "Neden?" diye soramazdım hep kabul ederdim, haklısın derdim.

Bu sabah kalktığımda gerçekten gitmişti. Diş fırçası yoktu, yatarken benim kendime bol ama ona dar tshirtlerimi giymemek için getirdiği pijamaları yoktu. Bende bıraktığı parfüm şişesi yoktu, kitapları dergileri yoktu. Filmleri yoktu. Her şeyini almıştı. Kullandığı bardakları yıkamıştı. Kahvaltıda omlet yemişti, tavasını yıkayıp bulaşıklığa koymuştu, gördüm. Gitmişti.

Beni kocaman bir evde yalnız bırakmıştı.

O zaman çok üzüldüm. Bunca zaman ona misafir gibi bakmadığımı, aslında hep kalmasını istediğimi söyleyemediğim için çok üzülmüştüm. Boğazım tıkanmıştı banyodaki bardakta tek bir diş fırçası görünce. Aynaya sıçramış traş köpüğü izlerine baktım, gözyaşlarım arttıkça bulanıklaşıp yok oldular. Onlar da gittiler ardından.

Akşama dek bekledim onu. O gün bende kalma günüydü. Gelmedi. Bugün de gelmedi. Aramadı. Belki çok önemli işleri vardı yine.

Okula gitmesi, ders çalışması, iş görüşmeleri yapması gerekiyordu. Ailesine, kardeşine, arkadaşlarına vakit ayırması gerekiyordu. Artık bana verdiği o bir güne de ihtiyacı vardı belli ki. Evde de ütülenecek giysiler, yıkanacak tavalar vardı.

Başkasının hayallerini dinleyememişti benimkileri dinlemekten. Başkalarının bir haftası nasıl geçti onları da dinlemesi gerekiyordu, biliyordum.

Ama işi bitince geri gelecekti yine Karpuz. Elinde diş fırçasıyla kapıyı çalıp, "Gelebilir miyiz?" diyecekti gülümsemesiyle. Ondan hoşlandığımı biliyordu çünkü. Ona ne kadar değer verdiğimi, bana güvensin diye nasıl çabaladığımı biliyordu.

Bomboş olmadığımı biliyordu. Bir tek ona izin verdiğimi biliyordu. Sadece gitmişti. Terketmemişti.